16 Nis 2020

cansızların serbest salınımı

   
    Bu yaşamda her şey olur. Hiçbir şey sürpriz değildir ve her an beklenmelidir. İnsan bir gün doğumu ya da huzurlu bir uykuyla her şeye baştan başlayabileceğinin ve bir yanlış kararla kendisinin ya da bir başkasının hayatını karatabileceğinin farkında olmalıdır. Bu bakımdan üzülmek ya da umutlu olmak ancak bilinçsiz bir ruhun çıkarımlarıdır. Bilinç, kontrol edemeyeceğin bir evrende savrulan bir atık poşet olduğunun ayırdında olmaktır. Sadece serbest salınımla oradan oraya savrulan bir poşetteki ahengi görebilmek insana kendini iyi hissettirebilir ve belki biraz da müzik.
    Anlaşılmayabilirsin yahut anlamayabilirsin; sevebilirsin ama sevilmeyebilirsin; bir gün çok iyi hissederken bir başka günü bitirmek için can atabilirsin. Aldatılabilir ya da sebepsiz terk edilebilirsin. Her şeyi doğru ve güzel yapmaya çalışırken, hiç tanımadığın ve asla kin beslemeyeceğin türden, çok da sevimli-ama zehirli bir hayvanın( üstelik sana husumeti de yoktur) ısırığı ile felç olabilirsin. Tabi hiç haketmediğin halde birçok kişi tarafından kabul görüp sahiplenebilirsin de. Tek sorunu iletişim kuramayan bir insanın en değerlisi de olabilirsin. Tüm bunlar  için ne önceden pozisyon alabilirsin ne de ön sezilerini kullanıp engel olabilirsin. Olumlu halleri de planlayarak yaratamazsın. 
Tüm bunlar, tüm bu gevezelikler ne için? Savrulmayasın diye. Her şey olur, bunu bilmelisin. 

    Kabul edilmeyecek yalnızca iki istisna vardır bu hayatta. Biri sevdiklerinin ölümü, diğeri geç  kalmak. Sevdiklerinin ölümü yüzünden erken bir farkındalık ödülü(!) alırsın gerçi, ama kimse bu hediyeyi böyle bir deneyimle erkenden sahiplenmek istemez. Ve sanılanın aksine bu ödül (yukarıda uzun uzun anlatılan sebeplerden ötürü) seni hiçbir zaman bir adım öteye taşımaz ve daha dayanıklı bir canlı yapmaz. 

    Diğeri geç kalmaktır ve affı yoktur, olmamalıdır da. Kainatın dengesi gereği, zamanında gerçekleştirilmeyen her eylem sahibini bağlar ve bağlamalıdır da. Öldürür ve öldürmelidir de. İşte böyle biri sizin sevdiğiniz biriyse, onun zamanlı ya da zamansız ölümü için göz yaşı dökmeyiniz. O artık sizin göremeyeceğiniz bir evrende salınan bir poşettir belki, geç de olsa mutludur ya da hala anlam arama çabası içerisindedir, üzülmeyiniz. 

15 Şub 2019

Bellenim


Seninle bir hesabım, alıp veremediğim yoktur. Dedikodu kıvamında dudak kenarlarında alaycı bir biçimde beliren  gülüşlere sebebiyet verecek türden olduğu düşünülen tüm konuşmalarım, garip çağrışımlar yapan kafa işleyişimin ve ,bence, kıt yaşanmışlıklarımdandır.  Hali hazırda bir başına bir ömrü geçirmek, kendi ininde kendi hüznünü ve sevinçlerini yaşamanın kutsal bir yanı olduğunu da sanmıyorum. Kanaatimce insan evladı sürekli bir paylaşım ihtiyacı içerisindedir. En yalnız, en çaresiz insanların intihar vakalarının da bu bağlamda bir yardım çığlığı olduğunu düşünenlerdenim. 

    Hatıralar... nasıl söylesem... ben yaşanılanları, iyi ve acıtıcı yanlarıyla bittiği anda arkasında bırakan, yaşamın yeni enerjisini yakalamak maksadı ile işine odaklanan, sert kabuklu bir canlı ya da hayatta kalma konusunda uzman biri değilim.  Bu bakımdan geçmişte  bıraktığım hiç bir konu tarihin derinliklerine gömülmez. Arkeologların kazıyla ulaştığı 5000 yıllık kalıntılar gibi, insanlarda yapılacak derin araştırmaların da yaşınılanlar üzerinde benzer sonuçlar vereceğini düşünürüm. Bende farklı işleyen tek kısım, derinlemesine bir kazı çalışmasına ihtiyaç olmamasıdır. Hatta denilebilir ki, benim tüm hatıralarım çöl kumlarıyla kaplıdır. Küçük bir çağrışım esintisi yeterlidir benim için. Sanki kendini hep iyi hissetmeme (ve sanırım) uğradığım tüm yanlış anlaşılmalara sebep de budur. 

   Seninle bir hesabım olamaz. Geçmişe dönüp benden farklı jeolojik yapıya sahip bünyelerde hasar verici kazı çalışmalarını sevmem, yapamam. 

   Kendime dışarıdan bakıp, karşılaştırma yapmalıyım belki de... Ama gülüyorum. Gülüyorum çünkü, sıkı sıkıya bağlı kaldığımız tüm düşüncelerimiz, adaptasyon amacıyla kullandığımız silahlarımız, bitmek bilmez prensiplerimizle acınası bir türüz. Oksijen için yaşayıp, temiz su kaynaklarına ulaşmayı geçtik anlıyorum da, yaşamın daha fazla zorlaştığı iddiasıyla, güç için seferber ettiğimiz tüm bu silahların yapay himalayalar yaratmaktan başka bir işe yaramadığını anlamak için, eski atalarımız gibi iki ayak üzerinde doğrulmaya ihtiyacımız kalmadı. Diğer taraftan da yalan gibi. Yani hala ihtiyacımız oksijen olabilir. O işi halletmişiz gibi durmuyor çünkü; ihtiyaç form değiştirdi: yeni silahlarla manevi açıdan bir havasızlığı ekarte etmeyi hedefliyor gibiyiz. Çünkü eğer her şey, başarı, güç... arkada bırakmayla ilgili ise, unutkanlık en büyük silah olmalıydı. Oysa ben arkada bırakanlarda, derinlere gömenlerde, unutabilenlerde daha yüksek bir hafıza direnişi olduğunu gözlemliyorum. Bana unutmalısın diyenlerin kendi hatıralarını unutmak için harcadıkları çabanın  çeyreğini bile üstlenmediğim halde acınası bir halde olabiliyorum gözlerinde, enteresan!  


   Hatırladığım iyi ve kötü şeyleri olduğu gibi kabul edip sürekli hatırlamak mı daha yorucu, hiç olmamış gibi kötü anıları def etmeye çalışmak ya da yeni jeolojik oluşum zarar görmesin diye beni daha güzel bir insan yapan değerli anılarımı hiç yaşanmamış gibi yapmam mı daha yorucu olurdu? Tercihim doğru mu asla bilemem, ama bana daha güzel gelenin ne olduğunu biliyorum. Bu bakımdan çok mutluyum. 

   Seninle  hiçbir hesabım olamaz, çünkü seni hep çok seviyorum. Vurduğun her darbeyi hatırlıyorum. Her sevgi dolu dokunuşun için de minnettarım. Teknik olarak kırk yaşında olsam da, bir insanın en değerli şeyinin oksijen, yaşama güdüsü ve biriktirebildikleri olduğunu daha eski atalarımdan biliyorum. Hepsi kişisel düşünceler ve yanlışlığı doğruluğu tartışılır elbette. Ama şu iddialı yargıyı müsadenle buraya bırakmak isterim: 

   Bellek yoksa ruh yoktur!

12 Haz 2018

Bir Gerizekalının Güncesi

Yürümem gerek benim diyordu sürekli... o gün de... ama bulutlar hızla toplanıyordu. Sonra çıkıp bir yerde oturup, saatlerce, yürümem gerek diye düşünmeye devam ediyordu, yağmur yağıyordu, yürüyemiyordu.

18 May 2018

Bir zamanlar

Onunla bazen yalnızca birbirimize bakardık. Konuşmazdık, gözlerimizle bir şeyler anlatmazdık. Bakardık. Utangaçtı çoğunlukla. İzleme görevi genellikle benimdi. Sağ kaşının şakağına bakan son uzun teli ile saçının birleşimini, rüzgarda savrulup tekrar  bir araya gelişini hatırlıyorum mesela. Çıplak ayaklarını toparlayışını...Alkolün etkisiyle sigarasını içip uzaklara dalmışken izlediğimi de... Uyurken bazen...  Ama, O birini dinlerken yüzündeki mimikleri incelemeyi, çok severdim. Çok severdim. Çok severdim. Bunu onaltıbin kere falan daha yazmak isterdim. 

Hoşuna gitmeyen bir cümleye nezaketen sessiz kalırken, engelleyemediği dudaklarını sıkıca kapatma refleksi, yahut başkasının kendisini beğendiğini (ya da tam tersi) hissettiğinde, ben hissetmeyeyim diye önünde ne bulursa eline alıp saçma sapan evirip çevirmesini... bunu da çok severdim. Sonrasında da öperdi beni. Sebepsiz gibi... ama değil! Hissettirmemeye çalıştığını hissetmemiş gibi yapabildiysem öperdi beni. Zavallı saf sevgilim der gibi öperdi sanıyorum. “Neyse ki anlamadı. “ Anlardım.  Aslında o öyle değil demek gelmezdi içimden ama, halimden memnundum. Peki neyi izlerdim, neyi kazımak isterdim beynime?  O zaman farkında değildim zannediyorum. Şimdiyse tüm bu izlemekten, bakmaktan öteye geçen beyne işlenmiş imajlarla nefes aldığımı fark ediyorum her yerde ve her zaman. Bu sefil hayatın içinde bazı anlamlı hedeflerin de oluyor böylece. Değer verdiğin her şeyi ve herkesi bir nevi aklına kazıyorsun aslında. Durumları ve hatıraları da. (Neden hiç fotoğraf çekme alışkanlığı edinemediğimi bu şekilde fark etmiş olmak da enteresan aslında)

Ama bitmek tükenmek bilmez bu depolama durumu, onbinlerce sınıflandırma, binlerce kişi, her kişideki onlarca mikro ayrıntı, biriyle özdeşleşen ve unutulan bir ayrıntıyı(örneğin bir bardak tutma biçimi)sonrasında bir başkasında gördüğünde yaşanan kafa ve duygu karışıklıkları( ben şimdi bu insanı neden sevdim? Kimdi bunu böyle yapan?), onları anlamak için ihtiyaç duyulan zaman, bir de çözene kadar neyin var diye soranlar elbette. Hangisi daha yorucu karar veremiyorum. 


26 Nis 2018

Kendi kendine mektup

Hiç bilmediğim yerlerde hiç tahmin etmeyeceğim şeylere gülüyorsun içtenlikle. Gülmez diyorum ama gülüyorsun. Ama her zaman değil. Çünkü neşe bile kotalı artık. Fazlası gelince uyarı alıyorsun değil mi kınayan gözlerden. Acıdan beslenenlerden ve olgunlaşmanın gücüne tapınanlardan. Oysa neşenin bastırılması en ergence davranıştır derdin. Haklısın. Ama oluyor işte. Olmayınca, kalabalıktan istifade, yokluğun da fark edilmiyorsa, gülüşlerden -hepsinden değil; kahkahaların en azılısından, yaralayıcı olanlarınlarından yani...hani bizim terörle özdeşleştirdiklerimizden (allahım, ne çok şeyi ne çok başka şeyle özdeşleştirirdik...)- kaçıyor, sakin bir yerde, aklına yapışan irinleri -mümkünse- toprağa gömüyorsun. Üstünü de sızının kokusu izlenemesin diye kedi gibi gömüyorsun.  Olmayınca, kaçamayınca salıveriyorsun kalabalığa zehrini.  Çünkü kusmak gibidir bu da, erteleyemiyorsun. Tükürür gibi gülüyorsun böyle anlarda, kilitleniyorsun, sinirleniyorsun, duruluyorsun, yine kimin ne anlattığına değil de nasıl anlattığına odaklanıyorsun. Zeki gözlerin görüş açısına ters oturuyorsun. Ve eminim, gün bitiminde, uyurken, yaz ya da kış, yine ayağın muhakkak soğuk duvarla bütünleşik, bedeni en dipten kendine getirmeye çalışıyorsun. Kızma! Bunu da biliyorum, işe yaramıyor. Bazı sabahlar ceset gibi uyanıyorsun hala. Biliyorum. 

Hiç bilmediğim yerlerde ve hiç tahmin etmeyeceğim şeylere hüzünleniyorsun. Yoldaki gri renkli pantolonu olan adam vardı hani, tek gözü küçülen, hep  ağlamaklı olan, altmışlık... ona örneğin. Yanında olmasam da bilirim.  Bilmeliyim! 
Yemekçideki kıza da hüzünleniyorsundur hala...mesela...Hangisi mi? Evet, soluk benizli olan. Peki inanır mıyım? Bilmeyi boşverelim, inanır mıyım? Ben sana inanır mıyım? Bunca olan bitenden sonra, tek derdin kendi acıların dediğim herhangi birinin hüznüne demek istiyorum, inanır mıyım? İnanmaz mıyım? Yemez miyim? O ne soğuk bir kelime! Ben de mi özdeşlik kuramadığı acıyı küçümseyenlerden miyim artık?   Acaba? İşte buna, sen inanmazsın! İnanmamalısın. 


En azından iyinin kötüleşebileceğine; vicdanı olanın acımayacağına, artık sadece kendi işine bakacağına, bencilleşeceğine, umursamayacağına, mutlu olmanın yollarını ararken engelleri ezer gibi aşıp geçebileceğine, paylaşmayacağına, kıracağına, unutabileceğine, sevmeyeceğine, hiç sevmediğine ...her neyse.

2 Nis 2018

Gözümde canlanır koskaca mazi

Arabeskten nefret ederim. Duyguların arabeski andıran şekliyle ifadesine dahi tahammül edemem, bunu baştan belirteyim.
Hayatımın en enerji dolu ve neşeli günlerinde frenlenirdim. “Sakin lan” denirdi. Oysa ateş iyidir, öyle bilirdik. Sonrasında her şeyi bir daha düşünerek hareket etmeye başladım. (Her şeyi düşünerek ele alırsan, insan denen makinenin doğal refleksi, seni hataya sürükleme ihtimali olan şeyi, duyguları, yüzdesel ağırlıkta azıcık diplere yolluyorsun) Bu kez de duygusuz, ruhsuz sıfatlarını kazandım. Bu dönem biraz uzun sürdü sanırım. Tüm ceplerim, bedenim ve göz çukurlarım bu sıfatlarla doldu hatta. Hatta ara sıra içkiyi fazla kaçırınca, bir miktar alkol ve bol miktarda sıfat kustum diyebilirim.
Baktım ne mideme, ne bana, ne etrafıma yarıyor, uzaklaştım. Şimdi duyguların öneminin farkında bir arabesk düşmanı olarak, açıklık temel şartını terk etmeden, içtenliğin hükmünün sürdüğü her yerde uyumun sürgitliğine tapınıyorum.
Olmuyor.
Bir insan insan olsun da kendine neyin iyi geldiğini bilmesin, mümkün mü? Sanmıyorum. Benim açık havada olmam gerek. Yürümem gerek. Üretmem ve mizahı bırakmamam gerek. Spordan kopmamam gerek. Kırık aynanın dediği gibi, tek başıma da olsa oynamam gerek. Oyun şart. Zira bu kadar gerçeğe can dayanmaz . Bu kadar açıklığa, kendin gibi olmaya yürek dayanmaz. Sahada oynamam gerek -en azından-. Okumam gerek ve beni bir cümlesiyle geri zekalı gibi hissettirecek dostlarımın olması gerek. Sefil hayatımızın farkında, eleştirel zekası yüksek ve doyum noktası düşük doğal insanlarla kahve içmem gerek. Şu sigaradan vazgeçip, alkolle aramdaki seviyeli ilişkiyi evliliğe bağlamamam gerek. O sürekli, “gel şu ilişkinin adını koyalım” dedikçe, ben eskiden olduğu gibi “ bi siktir git Eduardo allasen” demem gerek.
Biliyorum.
Doktorum, az iç, sigarayı bırak, spora dön, ritmi ayarla diye telkinde bulunuyor. “Antidepresan?” diyor, aklıma Eduardo geliyor.
Olmuyor.
Haftasonu tatili iptal. Normalde müptelası değilim ama olsun, günde 3-4 bira... sigara sönmesin. 55” ekrana 2 mt mesafeden 4,5 saat, full ışıklandırma ile fotosensitif epilepsi riskini de emelim. Kan çanağı gözlerle ve üzerimde tüm gün pislenen kıyafetlerle koltuktan ekrana bakmaya devam edelim. Derdimizi neşemizi konuşmadan dijital ekrana fiti fitiliyelim.
Madem dengemizi bulamıyoruz, sağa devrilelim. Madem düşük zekayla en azından bir ağaca sırtımızı veremedik, daha beter olalım istiyorum.
Not: beyaz ışıklandırma hakikaten çok kötü bir şey. Elmayı mayonezle yemek gibi, brokoli gibi iğrenç bir şey. Ona doğru yürümeyin!

cansızların serbest salınımı

        Bu yaşamda her şey olur. Hiçbir şey sürpriz değildir ve her an beklenmelidir. İnsan bir gün doğumu ya da huzurlu bir uykuyla her...